Yusuf Solmaz
Neler konuşulacağını merakla beklerken araya birden reklamlar girdi. Bir saat boyunca aralıksız reklamları izledi. Sabah yaklaşırken gözleri yeniden ekrana kilitlendi. Anlamsız bir sessizlik içinde aralıklarla reklamlara bakıyordu. Reklamların birazdan biteceğini, haberlerin başlayacağını sanıyordu ama yanılıyordu. Reklamlar durmaksızın devam ediyordu. Yiyecek, içecek, giysi, mutfak ve mobilya konulu reklamlar bittikten sonra bakanlıklara ait reklamlar başladı. Sağlık, eğitim, emniyet ve ordu başta olmak üzere bütün kurumların mükemmel olduğu, liyakatten ödün verilmediği anlatılıyordu. Oysa gerçekte bütün kurumlar çökmüştü. Daha geçenlerde, gecelik konaklama ücreti iki emekli maaşına denk gelen bir otelde yangın çıkmış, gerekli önlemler zamanında alınmadığından seksen kişi yanarak can vermişti. İşçi güvenliğinden, güvenli çalışma ortamlarından söz edilemediği gibi turistik otellerde bile can güvenliği yoktu. Hastanelerde randevu bulmak aylar sürüyordu. Dolandırıcılar, katiller sosyal medya dahil ülkenin her yerinde rahatça at koşturuyordu. Oysa ekranda gülen doktorlar, şifa bulan hastalar, pırıl pırıl hastaneler vardı. Gerçekteyse insanlar saatlerce acil servis kapılarında bekliyor, özel hastaneler ve doktorlar her türlü dolandırıcılığı yaparak devletten hak etmedikleri paraları alıyorlardı. Hatta yeni doğan bebekleri öldürerek hastane gelirlerini artıran doktorların varlığı gazetelere, internet sitelerine haber olmuş, çok sayıda doktor, hemşire tutuklanarak hapse atılmış, çetenin başı olduğu söylenen bir doktor hapishanede davası görülürken intihar etmişti. Kanser hastaları zamanında ameliyat olamıyor, milletvekilleri, iş adamları ve zenginler daha iyi sağlık hizmeti için yurt dışına giderken, yoksullar sürünüyordu. Ekrana yansıyan bir diğer reklamsa çevreyle ilgiliydi. Bir kadın sesi, 'Yeşil Devrim Başladı! Milyonlarca ağaç dikimi yapıldı. Bu ülke, bu ormanlar bizim!' diye bağırıyordu. Oysa Nasuh, kendi mahallesindeki tek parkın geçen ay apartman inşaatı için yıkıldığını, kilometrelerce ormanlık alanların şirket çıkarları için katledildiğini, meralara, ovalara, en verimli tarım arazilerine termik santraller yapıldığını, olan santrallerin filtresiz çalıştığını, asit yağmuru altındaki bitki örtüsünün can çekiştiğini biliyordu. Reklamda çocuklar çimenlerde koşuyor, aileler huzur içinde piknik yapıyordu. Gerçekteyse şehirler nefes alamaz hale gelmiş, bağlar, bahçeler, ağaçlar yok olmuş, her yer beton yığınına dönüşmüştü. Su, toprak ve hava kirliliği had safhaya ulaşmıştı. Fabrikalar ve termik santraller atıklarını arıtmadan su kanallarına boşaltıyordu. Hava kirliliği nedeniyle ülkenin pek çok bölgesinde akciğer hastalıklarında artış olmuştu. Kısa sürede daha fazla kazanmaya çalışan şirketler, masraf yapmamak için çevreyi koruyacak önlemleri almaktan kaçınıyor, yetkililerse bu şirketlerin her türlü zararlı faaliyetine göz yumuyor, bütün bunlar yetmezmiş gibi ülkenin canına ot tıkayan bu oligarkları vergi aflarıyla, para transferleriyle destekliyordu. Nasıl yeşil bir çevrede yaşandığı yalanlarıyla dolu reklam bittikten sonra, bu kez eğitim sistemine övgüler yağdıran reklam başladı. Çocukların tabletlerle ders işlediği, laboratuvarlarda deneyler yaptığı gösteriliyordu. Oysa din temelli eğitime geçilmiş, bilimsel konular, dini konuların gerisine itilmişti. Kul bilincini geliştirmek için öncelikle din eğitimlerine önem veriliyordu. Devlet okullarının hiçbirinde laboratuvar, kütüphane gibi ortamlar kalmamıştı. Öğrenciler derme çatma okullarda, kaloriferleri yanmayan, temizliği yapılamayan sınıflarda ders yapıyor, çok pis tuvaletlere girip çıkıyorlardı. Tek adamın sarayında her gün yü